Humanist Fotoğrafçı Reza Deghati
Makale

Humanist Fotoğrafçı Reza Deghati

İran doğumlu Azeri asıllı Reza Deghati, Türkiye’de de pek çok iş yapmış, hatta 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerini de fotoğraflamış! 

Yüzden fazla ülkede fotoğraf çeken ve fotoğraflarını insan hikâyeleriyle birleştiren fotoğrafçıya, 2005’te Fransa’nın en yüksek sivil nişanı olan Légion d’honneur verildi. Deghati, çocukların gülüşünün dünyayı düzelteceğine inanıyor.

Röportaj: Nihan ÖZGEN & Adem MELEKE

Fotoğraflar: Reza DEGHATİ

 

Fotoğrafçı olmaya ne zaman karar verdiniz?

12-13 yaşlarındaydım. İran Tebriz’de yaşıyorduk. Bir şekilde kendimi ifade edeceğim yollar arıyordum. İki şeyi ifade etmek bana hep ilginç geldi. Birincisi güzellikti. Çocukluğumdaki her şey güzeldi. Güzellikleri düşündüğümde duygusallaşıyordum. Aynı duyguları, fakir ve evsiz insanları gördüğümde, ayakkabısı olmayan çocuklara baktığımda da hissediyordum. Güzellik ve sosyal adaletsizliği anlatmam için bir şey lazımdı! 13 yaşıma geldiğimde fotoğraf makinesinin bu arayışıma en iyi cevap olduğunu fark ettim ve 56 yıl önce kameraya nasıl film konulduğunu, nasıl fotoğraf çekildiğini, tüm bu rakamların ve tuşların ne işe yaradığını kendi kendime öğrenmeye başladım. Tabi benim için zor yıllardı, fotoğrafçılığa başlamak için tüm bunları öğrendiğim zamanlar… Bu gayretimi sabırla devam ettirdim. O dönemde fotoğrafçılık bölümleri yoktu, ben de üniversitede mimarlık fakültesine yazıldım. Böylelikle İran’da seyahat edip, bol bol fotoğraf çekecektim. 18 yaşındayken kendi dergimi çıkarttım. Ve nihayet 1979’da artık bir mimardım. Aynı sene İran devrimi gerçekleşti. Dışarı çıktım ve fotoğraflar çektim. SİPA ajansıyla tanışmama da vesile olan bu olay sonrasında Gökşin Sipahioğlu SİPA için çalışmamı istedi. Ve SİPA ile profesyonel fotoğrafçılık hayatıma başlamış oldum. Sonrasında yine SİPA Press, News Week, Time Magazine, Life, National Geographic gibi yayınlara bağımsız bir fotoğrafçı olarak çalıştım.

Çok çeşitli toplumsal olayları ve savaşları fotoğrafladınız. Bir fotoğrafçının olaylara sadece tanıklık ettiğini mi düşünüyorsunuz?

Doğru, her şeyden önce fotoğrafçılık tanıklıktır, ancak sadece tanıklık değildir. Çünkü fotoğrafçı bir fotokopi makinası veya bir tarayıcı değildir. Fotoğrafçı aslında bir yazar, bir gazeteci, belki bir filozof ya da şairdir… Kendi değerleri ve dünya görüşü olan biridir. Bir olayın sadece görgü tanığıdır desek bile fotoğrafçının seçtiği yol, bakış açısı, olayları görme biçimi, hikâyeleri anlatma şekli, yine onun kişiliğini yansıtır. Ve bu da onu sadece görgü tanığı olmaktan çıkarır.  

Bir hikâyenin peşine düşmeden önce ne gibi hazırlıklar yaparsınız?

İlk hazırlığım, beynimi ve yüreğimi o yola koymak oluyor. Proje hakkında düşünmek, çalışmak, ilgili bilgileri internette araştırmak zorundayım ki kim kimdir, olay neyin nesidir bilip peşine düşebileyim. Bazen bu bilgiler kesin veya doğru olmayabilir ya da faklı kaynaklarda başka başka bilgiler yazıyor olabilir. Ama her şeyden önce hikâyeyi sevmek zorundayım. Gerçekten gitmeyi, çekmeyi istemem gerekiyor. Eğer alandayken bir şeyleri bilmiyorsanız birilerinin sizi yanlış yere yönlendirip yönlendirmediğini anlamak için fazla zamanınız olmuyor, özellikle çatışma ya da savaş bölgelerinde… Genelde bu tarz bölgelerde çok fazla insan, foto muhabirleri ya da gazetecileri işinden alıkoymaya çalışır ya da yanlış yere yönlendirir. Buna hazırlıklı olmak zorundayım!

Karabağ dosyanızı heyecanla izledik. Birinci ve ikinci savaşın tüm detaylarını anlattınız. Yıllar sonra, ikinci savaşın yaşandığı bölgeyi fotoğraflamaya nasıl başladınız? Oraya giderken neyi planladınız?

Kesinlikle kariyerimdeki en önemli anlardan biri 27 yıl sonra aynı yeri benzer bir olayda fotoğraflamak oldu. Karabağ’ın birinci ve ikinci savaşını çekmek, olayların arasındaki şaşırtıcı farklılıkları görmek açısından da önemliydi. Benim için önemli olan başka bir şeyse Azerbaycan’daki milyonlarca mültecinin hikâyesini anlatabilmekti. 30 bin mülteci öldürüldü ve kimse sesini çıkarmak istemedi. Savaşa gözlerini kapadılar. Bu yüzden ikinci savaşı fotoğraflamak benim için önemliydi. Savaştan bir yıl sonra şu an, Ermeniler’in nasıl buraları 30 senedir elinde tuttuğunu ve Azerbaycan’ın buradaki tüm evleri, köyleri, sarayları, camileri, kiliseleri ve mezarlıkları 30 yıl sonra nasıl geri alabildiğini birçok kitaptan, internet sitesiden inceliyorum.

Coşkun Aral ile çok eski bir dostluğunuz olduğunu biliyoruz. Bize biraz geçmişten, bu dostluğun nerede başladığından, savaşlardan ve ilginç olaylardan bahseder misiniz?

 Bizimle ilgili bir kitap yazılabilir gerçekten. Yani bir gün Türkiye’de bir gazeteci, Coşkun Aral ile ilgili bir kitap yazacak olsa büyük ihtimalle benden çokça bahsetmesi gerekecek. Çünkü onun da benimle ilgili anlatacağı çok şey vardır, benim bile unuttuğum… Bu gerçekten çok önemli bir soru ve ayrıca çalışılması gereken bir konu.

Coşkun’la tanışmamız 1982 senesinde Beyrut’ta oldu. Birkaç ay sonra da beraber Paris’te bulunduk. Yani birbirimizi 40 yıldır tanıyoruz. İkimiz beraber çok zor durumlarda kaldık, hatta bazılarında “Herhalde bu son dakikamız” dedik birbirimize! Dostluğumuz hala devam ediyor. Coşkun inanılmaz işler yaptı, yapmaya da devam ediyor. Onun global vizyonuna Türk medyasının minnettar olduğunu düşünüyorum. Çünkü Coşkun Aral, Türkiye’nin yurtdışında bilinirliğini artıran bir isim oldu. Türkiye’nin sadece Kapadokya’dan ibaret olmadığını, diğer bölgelerde de görülmesi gereken yerler ve insanlar olduğunu gösterdi. Coşkun’a -övgü gibi gelebilir- ama ulusların eğitimcisi demek istiyorum. 

İran fotoğrafçı için bir cennet çünkü doğası, tarihi ve dokusu muhteşem. İran'dan uzak olmak nasıl bir duygu?

Eğer bir İslam Cumhuriyeti olmasaydı ve orayı mollalar yönetmeseydi, İran sizin de dediğiniz gibi fotoğrafçılar için bir cennet olabilirdi belki. O cennetin dışında, fotoğrafçılar, gazeteciler ve entelektüeller için bir cehennem yarattılar. Sadece yaşamak isteyen insanlar için hala cennet olabilir. Ama yine söylüyorum, din ve devlet yönetiminin karıştırılıp uygulandığı bu yer hala ve hala cehennemdir! Tarihindeki en büyük tehlike, din yanlısı insanların yönetimi ele geçirmek istemesiydi. Tüm komşu ülkelere ve hatta tüm dünyaya gösterilebilecek çok iyi bir tarihsel örnek olarak İran için şunu söyleyebilirim: İslam Cumhuriyeti ya da herhangi bir dini devlet yönetimi, insanlığa ve insani değerlere karşı bir sistemdir.

Bir fotoğrafçının sahip olması gereken özellikler nelerdir?

İnsan olmanın en temel özellikleri, insan hakları beyannamesinde açıkça yazıyor. Bunlar aynı zamanda gazetecilik için gerekli özelliklerdir. Fotoğrafçılık ise beyinle değil, yürekle yapılacak bir iştir. Eğer insanlarla iletişimde, empati kurmada iyiyseniz ve iyi bir kalbiniz varsa iyi fotoğrafçı olmak için tüm özellikler sizde var demektir.

Türkiye'deki fotoğrafçılık ve fotoğrafçılar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye fotoğraf tarihi iki ana bölümden oluşuyor bana göre. Bunlardan biri, Türk fotoğrafçılığının kılavuzu olan Ara Güler dönemidir. O sadece İstanbul’u dünyaya tanıtmakla kalmadı, Coşkun Aral ile bir araya gelerek Türk fotoğrafçılığına inanılmaz derecede etki etti. Bu etkiyi, sonraki fotoğrafçıların yaptığı işlerde görebilirsiniz. 

Şu anda da Türkiye’de uluslararası düzeyde iyi fotoğrafçılar var ama sanki bir şeyler Türk fotoğrafçıların dünyada daha çok başarı elde etmesi, global arenada işlerini gösterebilmeleri için desteklenmiyor. Tabi bu sorun Ortadoğu ve Asya’da yer alan diğer ülkelerde de mevcut. Fotoğrafçılık buralarda Nobellik bir iş olarak görülmez!

Türkiye’de de hala devletin, kurumların, derneklerin, büyük kuruluşların ya da medyanın, çağımız fotoğrafçılığının önemini anlayabildiğini düşünmüyorum. Eğer hükumet, fotoğrafçılığın medyada daha çok yer alması konusundaki faaliyetlerini artırırsa, o zaman Türkiye fotoğrafçılık alanında önemli ülkelerden biri haline gelir. Ama şu an ülkedeki fotoğrafçılığın üzerinde bir radar olduğunu düşünüyorum.

Türkiye'de ne gibi projeler yaptınız?

30 yıl kadar önce Türkiye için birkaç önemli projem vardı. National Geographic Dergisi’ne de kapak hikâyesi olarak çıkmıştı hatta… İstanbul ile ilgili bir kısa film çektim. Birçok festivale katıldım, TV programlarına çıktım. Covid’den önce Unicef ile birlikte Türkiye’de 60 çocuğu eğittiğimiz bir çalışma yaptık. Çalışmamız İstanbul, İzmir ve Gaziantep’te tamamlandı. 4 ay boyunca bir kısmı Suriyeli mülteci olan bu 60 çocuğa görüntülerle öykü anlatımı konusunda eğitimler verdim. Eğitimden sonra bir yarışma düzenledik. 2019 Aralık ayında İstanbul Havalimanı’na sadece çocukların çektiği fotoğraflardan oluşan devasa bir sergi açtık. Türkiye ve İstanbul’u çok seviyorum! Yeni havalimanı da aynı zamanda büyük bir aktarma merkezi olduğu için İstanbul’dan sürekli geçiyorum.

Etiketler: sanat, fotoğraf, ileri fotoğrafçılık

Yazdır e-Posta