Işığın Peşinde 55 Yıl Aramis KALAY
Makale

Işığın Peşinde 55 Yıl Aramis KALAY

İstiklal Caddesi’nde Tokatlıyan Han’daki ofisinde fotoğraf konuşurken ya da daha çok İstanbul sokaklarında fotoğraf çekerken, eğitim verirken karşılaşabileceğiniz Aramis Kalay, hayatını fotoğrafa adamış bir isim!

Röportaj: Nihan ÖZGEN MELEKE & Adem MELEKE
Fotoğraflar: Aramis KALAY

Fotoğraf çekmeye ne zaman ve nasıl başladınız?
Ben Üsküdar Bağlarbaşı’da büyüdüm. 13 yaşında fotoğraf makinesini ilk kez elime alıp fotoğraf çektim. Gazetelere -daha çok Hürriyet Gazetesi evlere giriyordu- fotoğraflarını kim çekmiş diye bakardım. Yani ilkokuldan beri fotoğrafçılık hayalleri kurardım, derdim ki “Bir gün, bir fotoğrafın altında ‘Fotoğraf: Aramis Kalay’ yazacak mı?” Ortaokula geçtiğim yıl harçlıklarımı biriktirip bir makine aldım. Plastik bir makine, 12 pozluk. Mahallemizin fotoğrafçısı Kemal Aksoy derdi ki “Güneşi arkana alacaksın, şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın…” Onun tarifleriyle çekerdim. Ama çektiğim her karede hep isterdim ki fotoğrafların içinde bir arkadaşım olsun. Neden? Çünkü ben onu yıkatacağım, bastıracağım, onlara satacağım ki yeni film alabileyim. O arkadaşların çoğu dünyanın birçok yerine dağıldı şimdi, İsviçre’de, Fransa’da, Amerika’da yaşıyorlar ve hep şunu söylüyorlar “Sen olmasaydın, bizim böyle çocukluk ve gençlik fotoğraflarımız olmayacaktı”.
Yani fotoğraf çeke çeke, sergileri geze geze öğrendik bir şeyler. Tabi en büyük örnek Ara Güler’di.

Ara Güler’in sergilerine mi giderdiniz?

Evet, çok önemliydi sergiler… Mesela Yapı Kredi Galatasaray’da Ara ustanın bir sergisi vardı. Bir gün burada sergi açabilir miyim diye yine hayal kurmuştum. Nitekim iki, üç arkadaş ortak bir sergi açtık. Derken fotoğrafı bir anlatım aracı olarak seçtim. Hepimizin bir derdi var. Aslında bütün mesele, geride bir iz bırakma kaygısı! Sanatla uğraşanların derdi budur!
Ara usta dışında takip ettiğiniz fotoğrafçı var mıydı?
En çok Ara Güler gündemdeydi. Tabi onun yaşıtları da… Sabit Kalfagil, Gültekin Çizgen, Nusret Nurdan Eren gösteriler yaparlardı perşembe günleri… Sıra Selviler Caddesi’nde Kastelli Vakfı’nın Venüs Tiyatrosu vardı. Şimdi Taksim Sahnesi diye geçiyor... Hatta ben de Sultan Hamam’da çalışırdım. Gömlek yapardık toptan. (İranlı bir patronum vardı.) O günkü bilgilerime göre bir model çizip atölyeye veriyordum. Orada yine fotoğrafla bağlantılı bir şey yaptım. Müşterilerin gelmediği dönemler oluyordu. Biz de yeni yeni kumaşlar alıp gömlekler dikmişiz. Mahallemizdeki yakışıklı arkadaşlarıma gömlekleri giydirdim. Fotoğraflarını çekerdim!

Moda fotoğrafı gibi mi?

Evet, ben bilmeden moda fotoğrafı çekiyor muşum! Rahmetli Kemal Amca’nın stüdyosuna giderdik, çocuklar giyerdi, biz çekerdik, 18-24 bastırdık o fotoğrafları! Renk kartelalarını kumaşın kenarından biraz kesip, zımbalayıp postalardık. Öylece siparişler gelirdi.

Gazeteler için fotoğraf çekmeye nasıl başladınız?

Makinem hep yanımda olurdu. Yazısız yayınladıkları birçok fotoğraf çekerdim. Hürriyet'e, Milliyet’e götürürdüm, Cağaloğlu’ndalardı o zaman… Hasan Pulur’un, Melih Aşık’ın, Mete Akyol’un köşelerinde hep yayınlanırdı. Ay sonunda da gidip telif alırdım.
Güneş Gazetesi’nin düzenlediği bir yarışmadan ödül alınca “Bizimle çalışır mısın?” dediler. Girdik, bir süre çalıştık. Sonrasında Sabah Grubu’na gittim. Dergilerine fotoğraf çekimi yaptım. Mesela Kapris diye bir dergi çıkıyor, sosyete dergisi! Bana diyorlar ki işte şunun defilesi var, katılanları ve ünlüleri çekeceksin. “Yahu” diyorum, “Kızlar, ben ünlüleri tanımam ki yani cemiyetin ünlüleri kimdir?” “Sen Zozo Toledo'yu takip et, o kimi çekiyorsa sen onu çek, getir. Biz bakınca zaten tanırız.” (Gülüyoruz)

Ara Güler ile de bir röportajınız var, doğru mu? Gazeteci olarak siz yapmışsınız…

Evet. Enteresan bir hikâyesi var. Ben yıllardır onunla ilgili röportajları okurum ve hep bir eksik bulurum. Öyle usta birinin röportajını okuduğun zaman bir ders alman lazım. Sormak istediğim soruları bir dosya kağıdına yazdım beş-altı ay boyunca. O sırada bir mimarlık dergisinde çalışıyordum, başımızda Ömer Madra vardı. Bir gün dedi ki “Önümüzdeki sayıda Ara Güler profil konuğumuz olacak, söyleşi yapacağız.” “Kim yapacak” dedim söyleşiyi, “Sen yapacaksın” dedi. Cüzdanımı çıkardım, dedim ki “Benim sorularım hazır”. “Nasıl yani” dedi, ben de “Hep bugünü bekliyordum.” dedim.
Yayımlandıktan sonra o kadar çok gönderme yapıldı ki o söyleşiye… Her fotoğraf toplantısında, sempozyumunda illa orada söylediği sözlere profesyonel fotoğrafçıların karşı cevapları konu olurdu. Beni çanak soru sormakla falan itham ettiler. Hani adamı öyle konuşsun diye tahrik etmişim, gaza getirmişim gibi… Öyle gaza gelir mi! Kaseti çözdük, gittik okuduk, herhangi bir şeyi düzeltmedi. Sonrasında hep bana takılırdı. Mesela Fransız büyükelçi geliyor, Fransız Sarayı’nda Ara Güler adına bir davet veriliyor. Ben de oradayım, diyor ki “Büyükelçi, bak bu var ya” diyor. Son kitabını imzalandığında “Başımın belası Aramis Kalay” diye imzaladı verdi.

Peki sizce fotoğrafın olmazsa olmazı nedir?

Sabırdır. Tesadüfen yakalanan şeyler binde bir olabilir. Çalışmak ve hazırlıklı olmak lazım. Çok görmek, çok okumak, çok izlemek lazım.
Son zamanlarda bir tartışma konusu var, tek iyi fotoğrafı olan fotoğrafçı mı değil mi diye. Siz hangi taraftasınız?
Uzun yıllardır bir portfolyo ile yarışmalara girilmesi gerektiğini hep savunuyorum. Yani 5-6 fotoğraf bize bir hikâye anlatsın, bize fotoğrafçının tutarlılığını göstersin.

Siz hiç herhangi bir yarışmaya tek fotoğraf gönderdiniz mi?

Gönderdim. Güneş Gazetesi, çalışan insan konulu bir fotoğraf yarışması düzenlemişti. Ben de bir fotoğraf yollamıştım. Sonuçlanacağı dönemde de ‘Gölgeler’ sergim için Paris’e gitmiştim (ilk fotoğraf sergim). Döndüm, (gömlekçi) patronum dedi ki “Gazeteden seni arayıp duruyorlar”. Meğer benim fotoğraf birinci olmuş. Ara Güler, Hasan Pulur, İsa Çelik’in jüri üyesi olduğu bir yarışmaydı. Ama tek iyi fotoğraf rastlantısal da olabilir.

Sergilerinizden bahseder misiniz? Örneğin Gölgeler nasıl çıktı ortaya?

Önce gözlemleyerek çalıştım. Sonra baktım tesadüflerle olmuyor, yüzde 95’i kurgulayarak ortaya çıktı. Yani fotoğrafı düşünüyorum, üç kişi mi lazım, nereye götürülecekse o yer önceden belli! Benim notlarım meşhurdur, hep yazarım! O yazdıklarımı görselleştirmeye çalışıyorum. Mesela şu küçük fotoğraf… Fethiye’de sabah yürüyüş yaparken, baktım gölgem düşüyor aşağılarda bir yere. Kafam takıldı, dedim ben buraya sabah altıda 3-5 kişi getirsem, plaj değil orası ama bir şezlong atsam... Animatör bir kız var, Alman… Ona desem ki “Sen sabah altıda oraya gelir misin? Şöyle yatacaksın, 3-5 kişiye de seni seyrettireceğim. Gölgeleri düşecek”. Kızı ikna ettim. Bir gün önceden şezlongu taşıdım. Akşamdan 6 kişiye söyledim, sabah altıda bir yürüyüş yapalım diye, rica minnet geldiler. Yukarıdan kıza direktif veriyorum. Millete de “Siz seyredeceksiniz” diyorum… Bu hikâyenin en önemli şeyi kendi gölgeni saklamak. Her gölgenin içinde varım aslında. Gölgemin nereye düştüğünü görüp, gölgelerin içinde saklanıyorum. Küçülüyorum, yan dönüyorum, siyahın içinde bir siyah olarak kayboluyorum.
Hani rahmetli Kalfagil yazmıştı ya, “Türkiye'nin Üzerindeki Işık” kitabında, işte şu mevsimde, şu saatte, şuraya, şöyle bir ışık düşüyor… Fotoğrafları o zamanlara göre düşünüyorum.
Fotoğrafçıyım diyenin sürekli gözlem yapması lazım. Yani fotoğraf makinesiz... Düşünmesi önemli, deklanşör son aşamadır. Yani 90 dakika güzel futbol oynamazsan golü atamıyorsun.
Peki Sahne Sanatları adlı serginizi nasıl yaptınız?
Fransız Kültür Merkezi’nin bütün kültürel etkinliklerini ve aynı dönemde Cemal Reşit Rey’deki bütün konserleri çekiyordum. Nurettin Sözen zamanı, Hilmi Yavuz Kültür İşleri Daire Başkanı o dönem. Filiz Ali de Cemal Reşit Rey genel sanat yönetmeni. Akşam dergiden çıkıp koşa koşa o çekimlere gidiyordum. Gece hemen filmi yıkıyorum, asıyorum. Sabah uyanıyorum, işe gitmeden poşetliyorum. Bir arkadaş var, Mesut Güvenli, Paşa Limanı'nda… Arkadan Kuzguncuk’a inip şunlardan baskı yap diyorum. Kontak bas, şu kadar bas… Ben sonra yine dergilere çalışmaya gidiyordum.

“DUDAK BU KADAR ŞEY ANLATABİLİR Mİ”
Dudaklar projesi aklınıza nereden geldi peki? Kadınlardan izin almanız zor oldu mu?

Tabi karşıda (Anadolu Yakası) oturunca vapurla gidip geliyorum. Vapurda zaten herkesi gözlemlemeyi seviyorum. Baktım bir kız... Dudaklarının titreşimi, son anda vapura yetişmenin verdiği panik ve sevinç duygusu karışımını bana hissettiriyor! Dudak bu kadar şey anlatabilir mi dedim kendi kendime! Bunu kafaya taktım! Ve bir yöntem buldum. Vapurda giderken gazetemi açıyorum, ortasını deliyorum… Kadınların yüzünün etkisinde kalmadan sadece dudağını görmeye çalışıyorum…
Tabi model bulmak çok zor, çünkü kabul etmiyorlar. Yani dudak zor bir uzuv, serginin adı da “Aleni Mahrem” zaten. İkna ettiklerimi de önce eşimle evimizde kahvaltıya davet ediyoruz. Kahvaltı yaparken ben sürekli not alıyorum. Mesela kız diyor ki “Peyniri uzatır mısın?” Pey-ni-ri u-za-tır-mı-sın? Sürekli heceler ile uğraşıyorum. Sonra çekime geçiyoruz, yapıyor makyajını. Ondan sonra işte şöyle bak, böyle bak, şöyle poz ver, dudağını şöyle yap. Ağla, gül, sevgiline şunu uzat, dudağını böyle bük…

Peki vapurda bir kadına nasıl gidip de meramınızı anlatıyorsunuz? “Merhaba, dudaklarınızı çekebilir miyim mi diyorsunuz? (Gülüyoruz)

Hayır, öyle demiyorum, öyle dersem olmaz. Kızın birini çok uygun buldum. Vapur da Beşiktaş’a yanaşmak üzere. Söylemesem de içimde kalacak… Belki de kabul edecek diye düşünüp cesaretleniyorum! Çıkmaya hazırlanıyor, benim elimde de İstanbul Film Festivali broşürü, entelektüel de bir görüntüm var. “Merhaba. Ben fotoğrafla uğraşıyorum, yeni bir sergim var. Kadınların yüzleriyle ilgili bir çalışma. Yüzünüz çok ilginç, yüz detaylarıyla ilgili çalışıyorum” dedim. “Detay derken” dedi, “Dudak” dedim, “Size iyi günler” dedi ve gitti! (Gülüyoruz) Anlayacağınız 3 yılda, 19 kişiyi ikna edebildim.

Peki, neden siyah beyaz çalıştınız? Dudak, hani renklidir ya…

Renk biraz aldatıyor insanları. Renk dış görünüştür, siyah beyaz duyguları yansıtır. Siyah beyaz başka bir şey…

Nasıl seçtiniz fotoğrafları?

O proje için 52 makara çektim. 42 adet fotoğraf seçtim sergilemek için. Seçme yöntemim de şöyle: Çalıştıktan sonra bir süre unutuyorum. Altı – yedi ay sonra bakıyorum. Hoşuma giden karelerin arkasına bir çarpı atıyorum. Kapatıyorum. Sonra bir dört beş ay daha geçsin istiyorum. Çünkü o konuya sıcaklık duyarken verdiğim kararlar doğru olmayabilir. Bir süre duyguyu soğuttuktan sonra, o kare hala bir şey ifade ediyorsa gönül rahatlığıyla sunabilirim demektir.

KİM, NEYİ, NASIL ÇEKMİŞ

Alaylı fotoğrafçılarla akademik alt yapısı olan fotoğrafçıların ilk defa bir arada çalıştığı bir dönemden geliyorsunuz. Peki bugün fotoğrafta esas olan usta çırak ilişkisi mi? Esas olan akademik bilgi mi? Esas olan başka bir şey mi?

Bence hepsi birden, yani akademik bilgi tabi ki güzel bir şey ama ezberci bir şekilde bir şeyleri öğrenirsen eline hiçbir şey geçmez. Yani kendini geliştirmeyi bilmen lazım. Şimdi ben bu nesile bakıyorum. Hepsini de tabi ki aynı kefeye koymayalım da fotoğraf görmeden fotoğrafçıyım diyor. Yani gazete okumayan gazeteci olur mu? Biz sabah gittiğimizde haber toplantısından önce bütün gazeteler önümüze konurdu. Kim nasıl yaklaşmış haberlere, bakardık. Aynı olaya gitmişiz; kim neyi, nasıl çekmiş diye bakardık. Roman okumayan yazar olur mu?

Yani diyorsunuz ki bir fotoğrafçının fotoğrafçı olabilmesi için çok fotoğraf bakması, fotoğraftan anlaması mı gerekir?

Anlaması, anlamaya çalışması gerekir. Kim ne yapmış bilmemiz lazım. Yani benim fotoğrafa başladığım yıllarda kaynak yoktu denilebilir.

Nereden besleniyordunuz?

Her gösteriye koşturuyorduk, sergilere gidiyorduk ve o fotoğraf yarışmalarına ben de tabi katılıyordum. Neden katılıyordum? Katalog geliyordu, bir fotoğraf olsun yolluyordum. O gelen kataloglar bize bir bilgi veriyordu. Dünyamızı aydınlatıyordu. Dünyanın fotoğrafta nelerle uğraştığını görüyorduk.

Gölgeler serginizin davetiyesine gözüm ilişti şu an. Önemli not olarak “Lütfen çiçek göndermeyin” diye belirtmişsiniz. Bunun sebebi nedir?

Bunu da anlatmayı çok seviyorum. Paris’ten sonra İstanbul’da bu sergiyi açtığımda merak ediyorum kim ne düşünüyor? Fransız Kültür’de açtım sergiyi, bir sandalye koydum. Oturdum, gezenler konuşuyorsa onları dinliyorum. Üç kızcağız geldi. Geziyorlar, bir övgüler… “Ay ne kadar güzel! Evet, harika yaa çok beğendim… Ay nefis!!” falan nasıl övüyorlar! Dedim ki bir çıkayım, katılayım bu konuşmalara… “Merhaba” dedim “Beğendiniz mi”… “Evet” dediler. “Çiçekler ne kadar güzel!” Açılışa gelen çiçekleri diyorlar! Lütfen çiçek göndermeyin yazısı buradan geliyor! (Gülüyoruz)

“YAŞAM FOTOĞRAFLARI BİR GÜN BAŞLARINA BELA OLACAK”
Bugünün sokak fotoğrafçılığı ile alakalı neler söylersiniz?

Sokak demeyelim de yaşam fotoğrafı diyelim. Fotoğraf çekenler şöyle büyük bir hata yapıyorlar, insanların kimliğini çok ön plana çıkaran fotoğraflar çekiyorlar. İzin almadıkları için yarın bir gün bu başlarına bela olacak. Cumhuriyet Savcısı Sıddık Çinko’nun bir kitabı var “101 Soruda Fotoğrafçı ve Fotoğraflanan Hakları”, bu konuda iyi bir kaynak. Sokakta fotoğraf çeksinler ama sonra kimi çektilerse ona söylesinler ve o kişinin bir e-posta adresi alsınlar. Kişiye bir-iki fotoğrafını yollasınlar. Bu bir kanıt aslında. Karşı tarafın bilgisi dahilinde çekildiğini gösteriyor. Bir de devam fotoğrafı denen bir şey var mesela. Şimdi sen beni bir yerde otururken çektin. Tek karede kalırsa izin almadığın belli olacak. Bile bile fotoğraf çektiğini gözüme sokacaksın ki göreyim. Sonrasında çekilen fotoğraflardan anlaşılacak ki kişinin rızası var.
Bu arada makine alıp sokağa çıkmak da yaşam fotoğrafı çekmek olmuyor. Çekilenlerin bir şey anlatması lazım. Eskiden fikir aşamasına çok önem veriyorduk. Halen de öyle, analog kafayla dijital fotoğraf çalışıyorum. Şimdi genelde fotoğrafı çekiyor, düşünmüyor, sonradan bakarım diyor! Ya bir önceden bak! Ama değil… Ya denk gelirse!

Peki şu an ne yapıyorsunuz? Yeni projeler var mı?

Şu anda işte burada, Tokatlıyan’dayız. Fotoğraf satmayı ön plana çıkarmak istiyorum. Tamam beğenilmenin de manevi bir hazzı var ama maneviyat insanın geçimini sağlamıyor.
Kıbrıs’ta Yıltan Taşçı Akademi geçen yıl Lefkoşa Fotoğraf Günleri diye bir etkinlik düzenledi. Türkiye'den Çerkes Karatay, İlyas göçmen ve ben, üçümüz gittik. Sergi yaptık, sunum yaptık ve atölyeler düzenledik. Bu sene ben yine gideceğim.
Bir de Amerikalı Yazar Meghan Nuttall Sayres ile bir proje yapmıştık geçtiğimiz yıllarda. O projede çektiğim belge fotoğrafları ABD’de Sancar Türk Kültür ve Topluluk Merkezi’nde açılmıştı. Şimdi 19 Ekim’de bu sergi İrlanda’da açılacak. Meghan’ın buradaki amacı, Batı toplumlarının Ortadoğu toplumlarına ön yargılı bakış açısını değiştirmek; “ötekinde kendini görmek” diye bir mottosu var.
Bu arada atölyelerim devam ediyor. Şimdi beş kişiyle başladık hem eski Beyoğlu hem yeni Beyoğlu'nu anlatıyoruz. Son iki-üç aydır geceleri çıkmaya başladık.

 

Yazdır e-Posta