Makale

Görünen, Gösterilen, Gördüklerimiz ve Göremediklerimiz...

Görmek aslında hayatımız boyunca edindiğimiz tüm birikimin, duygusal birikimlerimiz ile birlikte oluşturduğu bir eylem biçimi. Bu yazıda görünen, gösterilen, göremediklerimiz ve gördüklerimizden hareket ile örnek fotoğraflar da ekleyerek biraz fotoğrafı, fotoğraf başlığı altında da kendimizi sorgulamak istiyorum.

Yazı ve Fotoğraflar: Gılcan Mete DELİBAY

Görmek, hayatımız boyunca edindiğimiz tüm birikimin, duygusal birikimlerimiz ile birlikte oluşturduğu bir eylem biçimi. Ailemizden arkadaşlarımıza, okuldan sokağa, yaşadığımız yerden, kültürel coğrafyadan, dinden, toplumdan, ahlaktan, yasaktan, acıdan, mutluluktan ve doğadan, bir şekilde hayatımıza dâhil olan her şeyin bizde oluşturduğu duygusal bir birikim. Bu birikimin neticesinde, fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçlarımızı da dâhil ederek dünyada göz alabildiğince olan görselliğin içinde birkaç kareyi seçerek o konuda çekimler yapıyoruz.

Işığın yansıması ve görme yeteneğimiz ile gördüğümüz, görme alanımızda olan her şey görünendir. Herhangi bir görme kusuru olmayan herkes bu görünenleri genetik bir kabiliyet ile görür ve bu görünen alan içinde az önce bahsettiğim sebepler ile de görüntüler seçer. Bu seçim de gördüklerimizi oluşturur. Bu seçimler kimi zaman kontrastlar, kimi zaman perspektifler, kimi zaman objenin estetiği, insan yüzleri, hayvanlar, ağaçlar, çiçeklerdir ve birçok nedenle kişiden kişiye öncelikli hale gelebilir. Gördüklerimiz arasında, algımızda yer alan konuları çok hızlı bir şekilde ayırt ederiz. Algılarımızda yer almayan ya da bilgi sahibi olmadığımız konular ise önceliğimizden daha uzak olurlar. Bu kısımda hiç kimse seçtiği görüntüden dolayı eleştirilemez. Duygusal zekâlarımız, yaşam içinde karşılaştığımız olaylar, kültürel ve estetik birikimlerimiz, olaylara tepki düzeylerimiz aynı olmayacağı için, farklı görme yeteneklerine sahip olabiliriz. Örnek olarak; atölye öğrencilerimizle beş yıl önce çalışmak için ilk kez gittiğimiz bir sahile hep birlikte tepeden bakarken şu soruyu sordum:  “Burada neyin fotoğrafını çekersiniz?”

Gruptaki arkadaşlardan kimisinin dikkatini kayıklar ve balıkçılar çekti. Bir diğer arkadaşımız güneşe baktı ve “Güneş tam denizin üstünde batacak, harika siluetler çekebiliriz” dedi.  Bir diğeri, balıkçıların barınağını görerek balıkçıları çekebiliriz dedi. Oldukça yüksek bir noktadan tüm arkadaşlarımız kendince bir görüntü seçti ve hepsi birbirinden farklı nedenlerle bir seçim yaptılar. Ben o günkü eğitim konusu ışık olduğu için bakar bakmaz fotoğrafta kırmızı ile işaretlediğim alanı göstererek oraya dikkat edin, birazdan orada çekim yapacağız dedim ve sahile doğru yol aldık. Işık ve gölgenin o şiirsel buluştuğu noktada yaptığımız çekimler şunlardı:

  

 

   

Böyle fotoğraflar için Kamboçya’ya giden ve orada rehberle yol kat eden birçok fotoğrafçı vardır. Bu fotoğrafı çok özel bir fotoğraf olduğu için örnek olarak koymadım. Sadece gözlerimize gelen sınırsız bir alan içinde ne kadar farklı algılarımız olduğunu anlatmak için seçtim. Görünen, muazzam genişlikte bir alandı ve gördüklerimiz farklıydı. Tabii burada gördüklerimiz kadar göremediklerimiz de vardı.

Dikkat Çekici Görünenler

Görünen alanlar içinde bazı nesneler ya da objeler dikkat çekicidir. Kaçınılmaz bir şekilde tüm insanların ilgisini çeker. Kız Kulesi’ne bakıp etkilenmeyen çok az insan vardır. İtalya’da Pisa Kulesi, Paris’te Eyfel Kulesi, Amerika’da Özgürlük Heykeli... Sonbaharda Yedi Göller’deki doğanın o muhteşem armonisini, Gölcük’teki Devlet Konuk Evi’ni neredeyse çekmeyen fotoğrafçı yoktur. Bu gibi fotoğrafik yerlere sürekli turlar düzenlenir ve fotoğrafçılar mevsim ve ışığa göre buralarda fotoğraflar çeker. Her yıl düzenli olarak yapılan bir ritüel gibidir. Fotoğrafa yeni başlayanlar için de güzel bir fırsattır. Bu tür organizasyonlarda uzman kişiler tarafından yapılan yönlendirmelerle, var olan bu güzellikler gösterilir.

Bir şekilde hayatımızda göremediğimiz, farkında olmadığımız birçok konu bizlere gösterilir ve biz de bu gösterilenleri fotoğraflarız. Bu tür yerler kimi zaman estetiği, kimi zaman tarihi, bazen hikâyesi, bazen de popülerliğiyle var olurlar. Bu tür fotoğrafik yerlerin çekiciliği birçok fotoğrafçının ilgisini çeker, belki de bazılarının ilgisini çekmez. Bu durum yine fotoğrafçının görsel kültürü doğrultusunda oluşan bir seçicilik ve tercihtir. Sanatı güzel yapan da bu çeşitlilik, anlatım biçimi, farklı yorumlar, yorumunu ifade etme şekilleridir.

Sanat dediğimiz olgu, kişinin bu etkilenim şeklini bir dışavurum aracı ile ortaya koyarak sunmasıdır. Okunurluk, izlenirlik ya da dinlenirlik ise sanatçının birikimi, yetenekleri ve özgünlüğü ile belirlenir. Yine aynı şekilde, oluşturulan eser, izleyen veya dinleyenin birikimi ile algılanır.

Yine bir eğitim çalışmamızdan örnek verirsek, eski bir bina içinde yaptığımız çalışmada grupta bulunan bir arkadaşımızı konu olarak seçtim. Arkadaşlardan portresini çekmelerini istedim.

Arkadaşımızı bulunduğu yerde çektikleri portre ışık olarak, yer olarak ve karakter olarak asla doğru değildi. Yanda bulunan duvardaki renkler ile uyumlu olan gözlerini gösterip başına bir bere giydirip, ışığı kuzey cephe ışıklarından alarak daha doğru bir yere yerleştirip çekmelerini, farkı görmelerini istedim. 

Bu çekimden sonra farkı görmelerini sağlayarak çalışmaya devam ettim ve üzerindeki fosforlu montu çıkarırsak, altındaki koyu renkli kazakla daha iyi olabileceğinden bahsettim.

Fakat arkadaşımızı daha doğru bir açıdan ve siyah beyaz bir tercihle çekersek daha etkileyici olabileceğini konuşarak devam ettik. 

Son olarak, arka tarafta bir ışık belirtisi kullanarak fotoğrafa derinlik katıp, fotoğrafın daha etkileyici olabileceğini göstermek için bu fotoğrafı çektik:

Her kare bir fotoğrafçının seçimi olabilir. Çok farklı bir göz ile çok daha iyisi de çekilebilir. Burada önemli olan şudur: Çok basit gibi görünen bu çalışmada dahi bakış açısı ile ışığı kullanma biçimiyle, dekorla, tonlamayla ne kadar farklı sonuçlar ortaya konulabildiğini göstermekti. Portre çekimlerin de her gün binlerce belki milyonlarca yeni görseller üretiliyor.  Güzel kadınlar, erkekler, çocuklar, otantik insanlar...

Göremediklerimiz

Asıl üstünde durmak istediğim konu göremediklerimizdir. Göremediklerimiz aslında sadece görsel olarak değil, anlam olarak da içerik olarak da duygusal olarak da çoğunluktadır. Fotoğrafçının ya da sanatçının asıl zorluğu, eksikliği de burada başlar. Büyük bir çoğunluk gördüklerimiz, gösterilen ve gördükleri ile yetinirken, bazıları için göremediklerini görmek ve anlamak büyük önem taşır. Hatta bu eksikliği öncelikle kendisinde keşfederek başlar yolcuğuna.

İki insana ait portre çalışmalarımdan örnekler ile devam etmek istiyorum.

 İbrahim Bey

Birincisi İbrahim Bey. İbrahim Bey’i birkaç arkadaşımızla birlikte hadi makineleri alıp eski bir okul var onu çekmeye gidelim dediğimiz bir günde, köy içinden geçerken fark ettim. Aracı kullanıyordum ve aniden durdum.  Arkadaşlar ne oldu dediklerinde ben arabadan inmiştim bile. Yolda yürüyen İbrahim beyin altında eski bir kot siyah bir tişört ve yaşına rağmen fazla abartılı kolyesi ilgimi çekmişti. Direkt olarak kendisine senin fotoğrafını çekeceğim, seni tanımak istiyorum dedim. Alaycı bir gülümsemeyle, “Tamam olur ama bir şişe alırsan” dedi. Birlikte eski okula gittik, oturup sohbet ettik. Hayat hikâyesini dinledim.

Göçmendi, gençken oldukça serseri kabul edilecek bir hayatı olmuş, sevdiği kızı kaçırmış, hapis yatmış, vücudunda dövmeleri, kolyesi, takma sağ gözü ve dağınıklığı ile yaşamını yansıtan bir görüntüdeydi.  Onun hikâyesini dinledikçe hayatını film gibi hayal edebiliyordum. Fotoğraf çekimine geçtik. İlk başta mevcut hali ile birkaç kare çektikten sonra, kendisiyle o günlerin sohbetini yaparken devam ettim çalışmaya. Vücudundaki dövmeleri, efkârı, geçmişe bakışı o zaman anlam kazanmıştı!

 

  

 

  

 

İlk fotoğraf görünen hali idi, sonra gördüklerimiz vardı, konuştukça göremediklerimiz ile bütünleşti.

Ahmet Aga

Bir diğer portemiz ise Ahmet Aga’ydı. Değerli dostum Mehmet Tapkan ile çıktığımız Ege gezisinde akrabalarım bana gösterdi Ahmet Aga’yı. İlk bakışta görünen, üstünden yıllardır çıkartmadığı pantolonda yüzlerce yama üst üste, giydiği oduncu gömleği perişan, sarığı, kasketi, ceketi ile çöp toplayan evsiz, bitik bir insandı. Bir benzinliğin arkasında gazeteler üstünde yatıyordu. Akrabam kendisine benim fotoğrafçı olduğumu, fotoğraflarını çekmek istediğimi söyledi. Çok kızdı ve istemiyorum dedi. Böyle durumlarda kişi istemiyorsa fotoğrafı çekmek ya da gizlice denklanşöre basmak asla doğru bir davranış değildir ki ben makinemi yanıma bile almamıştım. Akrabamın tüm ısrarlarına rağmen sertçe bizi reddetti. Ben uzaklaşırken odaya, yaşadığı yere baktım. Hikâyesini anlattı akrabam, içim parçalandı.  Mehmet ile hikâyeyi paylaştım, bütün gece aklımda o vardı. Ertesi gün kahvede çay içiyordu. Tekrar sorduk, yine olmaz dedi. Ne kadar kendi memleketim de olsa, böyle durumlarda vazgeçmek, zorlamamak en doğru harekettir. Çaylarımızı içerken Mehmet yaklaştı Ahmet Aga’ya ve doktor olduğunu söyleyerek sohbete başladı. Biraz sonra konuşmalar ilerledi. Niyetimizin kötü olmadığını ve onun hayatı ile gerçekten ilgilendiğimizi anlayınca fotoğraf için izin verdi. Kasabada görünen birçok şey vardı. Bize gösterilen Ahmet Aga’ydı. Bizim ilk bakışta gördüklerimiz, yıkılmış, talihsiz bir hayattı ama göremediklerimiz bizi etkilemiş ve yüreğimizi kabartmıştı.

Ahmet Aga, o yörenin geçmişteki en önemli pehlivanlarından birisiymiş. Yörede ve Türkiye’nin birçok yerinde yağlı güreşlere katılmış ve birçok birincilik almış. Söylediklerine göre 6 çimento torbasını bir seferde sırtlayıp çok yükseklere çıkaracak kadar inanılmaz güçlü bir pehlivanmış. Annesi rahatsızlanınca bu dağ gibi güçlü adam her şeyi bırakıp annesine bakmaya, onu tedavilere taşımaya başlamış. Aynı zamanda kız kardeşi için de çırpınmış. Kardeşi evlenip uzaklara gidince annesine yıllarca bakmış. Annesi ölünce hayata küsmüş.

Uğruna her şeyden vazgeçtiği annesini kaybetmek onu çok üzmüş. O günden sonra da kendi başına yaşamaya başlamış. Maaş teklif etmişler kabul etmemiş, yer vermişler almamış, yemek götürmüşler el sürmemiş. Çalışıp kazandığı ile o tek göz yerde yaşamaya ve küskünlüğüne devam etmiş. Şimdi buraya dikkat edin. O sohbet ile yola çıktık çekim için ve Ahmet Aga yıllar önce güreşlerde cazgırların kendisi için söylediği manileri söyledi bize! Hiçbir ayrıntısını unutmamış. Gözleri parladı, yumrukları sıkıldı, kollarını, pazularını kabarttı. Anlattıkça gözleri ışıldadı, hüzünlü adam yerine bugün çıksa çayırda güreşecek kadar kuvvetli bir adam gördük karşımızda. Anlattıklarını samimiyetle dinledik. Ahmet Aga, peşrev çekip cazgırın sözlerini sesleniyordu bize.

“Pehlivan pehlivan” dedi, “Selendili pehlivan Ahmad çıktı meydana, Selendili pehlivan Ahmad’ın peşrevi baldan tatlıdır…” Her kelimesini unutmadan tekrarladı bize. Sonra hüzünlendi o günleri düşünüp, gözünden yaş geldi. “Ahhhh” dedi durdu. İşte bizim o anda her şeyimiz durdu. Elimiz, ayağımız, fotoğrafımız, her şey durdu.

Şimdi Ahmad Aga’nın fotoğraflarına bakın. Yolda görseniz aklınıza gelir mi böyle feda edilmiş bir hayat ve vefanın öyküsü?

  

 

  

 

  

 

Oradan ayrılırken biz o peşrevin sözlerini mırıldanıyorduk. Bize “Bunları bilecekler mi insanlar” dedi. “Evet, Ahmad Aga, bilecekler” dedik. Bize inanmaz şekilde baktı. Yolda durup birkaç fotoğrafını telefona aktarıp akrabama gönderdik. Akrabam kendisine göstermiş ve bak senin fotoğrafın bunu büyük basacaklar dükkâna koyacağız dediğinde yine ağlamış. Bizi mahveden o cümleyi söylemiş: “Demek bana yalan söylememişler!

İşte burada görünen, görülmeyen, gösterilen her şey bitiyor. Bazen anlatmak için kelimeler yetmiyor. Kendisinin belgeselini Mehmet ile beraber yapacağız.

İki hayat, iki farklı insan. Birisi dağınık, sorumsuz, biraz serseri bir ruhla olaylı ama cama bakarken gençliğine, yaşadıklarına özlemli. Diğeri ömrünü, yenilmez gücünü sevgiyle sevdiklerine feda etmiş, hiçbir şeye minnet etmeyen, çay bile söylememize izin vermeyen, sırtı yere gelmemiş, dimdik duran… Ne tuhaf değil mi? İkisi de görme alanımızda göremediklerimizden.

Olga Spessivtseva

Başka bir çalışma için toplandığımız bir gündeyiz. Bu sefer yabancı bir modelimiz var. Kendisi balerin. Bir nü çalışması düşünüyoruz. Fotoğraf olarak içinde bir konu ya da anlatım yok ise kadınların salt nü çekimlerini kişisel olarak benimsemem. Çalışma grubundaki arkadaşlar için bir konu tasarladık: Red Giselle - Bir Balerinin Öyküsü adlı esere konu olan balerin Olga Spessivtseva’nın hayatı... 1895'te St. Petersburg'da doğan, yaşamının ilk 10 yılını yetimhanede geçiren sanatçı, 10 yaşındayken St. Petersburg İmparatorluk Bale Tiyatrosu'na katılıyor. Olağanüstü yetenekleri ve mükemmel dış verileri Spessivtseva'nın Imperial Bale grubunun solistlerinden birisi olmasını sağlıyor.

1918'de önde gelen bir dansçı, 1920'de Mariinsky Tiyatrosu'nun prima balerini olmuş. Eleştirmenler Spessivtseva'yı 20. yüzyılın en iyi Gisellileri’nden biri olarak kabul ediyorlar. 1943’te akıl sağlığı kötüleşiyor ve takip eden 20 yılını 1963’ten itibaren çıkarıldığı bir psikiyatri kliniğinde geçiriyor.

Büyük balerin hayatının son yıllarını New York'ta Leo Tolstoy Fonu altında bir bakım evinde geçirerek 91 yaşında hayata gözlerini yummuş. İnanılmaz bir hayat hikâyesi daha. Seçtiğimiz model yüz hatları ile de Spessivtseva’ya benziyordu. Bazı bale fotoğrafları çektikten sonra, onun görkemli ama acılarla dolu trajik hayatının akıl sağlığını yitirdiği dönemini fotoğraflamaya çalıştık. İşte o zaman çalışmamız bir anlam kazandı.   

 

  

 

Bu sefer hiç görmediğimiz bir hayatı hayal ederek, anlayarak, göremediğimiz kısımlarını anlamaya çalıştık.

Kapital

Görmek ve seçmek ile ilgili başka bir örneği daha vermek isterim. Beş yıl kadar önce Taksim’de bir mağazanın vitrininde, dönemin ünlü futbolcusu, bir dönem Türkiye’de top oynayan Nani’nin fotoğrafı vardı. Oldukça büyük ve etkileyici bir fotoğraftı. Önünden insanların akın akın geçtiği İstiklal Caddesi’nde, karşı sokağa geçerek o kalabalık içinden gelen geçenlerden fotoğraf çekmeye başladım. Bana gösterilen bir fotoğrafı temel olarak alıp, onunla insanları ilişkilendirdim. Kapital adını verdiğim bir çalışma ortaya çıktı. O vitrinin önünde çektiğim fotoğraflar aslında kapital sistem içinde dağılan bütün umutları ve hayatların görülmeyen kısmını ortaya koyuyordu.

  

 

Kader ve Zafer

Yine bu serinin devamında mültecilerle yaptığım çalışmaların bazılarını da bu çalışmaya dâhil ettim. Bunlardan bir tanesinde, Suriyeli bir çocuğun köşeden bize bakarken, alnındaki şark çıbanının köşede duvara çizilmiş grafiti ile aynı olduğunu gördüm. Duvarlara güzellik olsun diye çizilmiş bir çiçek, çocuğun alnında bir kader gibiydi.

Bir diğer fotoğraf ise herkesin yüzünü çekmek istediği mülteci bir çocuğun ayakkabısı idi. Ayakkabı eski yırtık ve perişan bir haldeydi. Fakat çocuk, ayakkabının üstüne, bir spor markası olan Nike’ı eli ile yazmıştı. Kim bilir hangi futbolcuya özendi ve ne hayal etti? Nike aslında İngilizce de “zafer” demekti. Bilerek ya da bilmeyerek bu çocuk zafer istiyordu gördüklerinden ve bunun için çaba harcayacaktı. Çağımız şehirlerinin döngüsü hep bu şekilde başlar. Önce şehrin en kötü yerlerine yerleşip, sonra riskler alarak, çalışarak daha fazlasını elde eder insanlar. Hepimiz gördüklerimize bakıyorduk, o çocuklar da gördüklerine bakıyordu, görülmeyen kaderlerinin gelecekte onlar için hazırladığı yazgının sokaklarına…

  

 

Cansız Manken

Çok eski, kapanmış bir fabrikanın içindeyiz. Fabrikanın içinde bulduğumuz, kolları olmayan, eski, kirli bir cansız modeli yerden kaldırıp fabrikanın terkedilmiş, eskimiş makineleri ve duvarları içinde fotoğrafladık. Fabrikanın yıllarca içinde çalışıp emek veren, ekmek kazanan, emekli olan, yaşanan her şeyi anıları ile hüzünlü bir hikâye sundu bizlere. Cansız model burada bir çalışan imgesiydi. İmgeler bazen gördüklerimizden daha etkili olabilir ve görmediklerimizi hayal etmemizi sağlayabilir.

  

 

Duvar

Eski evlerin olduğu sokaklarda gezerken, yanından her gün yüzlerce insanın geçtiği duvarlara yakından bakın. Yılların aşındırdığı, eskittiği duvarlarda kuş, kedi, at, tablo gibi değerli eskimişlikler göreceksiniz. Kim bilebilir ki bu evlerin içinde bir kuşun, bir kedinin var olmadığını. Yıllar, yaşanmışlıkları sanki duvarların alın yazısı gibi özenle hazırlayıp önümüze koymuştu. Bunu görebilmek için anlamlandırmak gerekir ve bakarken hissetmek…

  

 

  

 

Görünen her yerdedir. Gösterilenleri çok kolay çekebiliriz. Gördüklerimiz biziz aslında, bizim birikimimiz. Göremediklerimizi anlamak ve hissetmek ise fotoğrafın, sanatın varlık sebebidir. Gördüklerimizi anlatma biçimimiz, ifade tarzımız yeterlidir ya da değildir. Bazen de anlamak istenmez. Çağımız artık salt güzel fotoğraflarla daha çok ilgili ve beğeni sayaçları daha yüksek. İnsanlar güzel şeyler görmek istiyor hayatın yorucu temposu içinde… Bu yüzden kapanmış bir fabrikada geçirilmiş hayatlar, yıkılmaya yüz tutmuş duvarlardaki izler, dramatik bir hayatın içindeki balerinin akıl sağlığını kaybetmesi, dünya düzeninin yol açtığı yıkımlar göçler, Ahmad Aga’nın feda edilmiş hayatı, İbrahim Bey’in umarsız yaşamı, birilerinin çok ilgisini çekmeyebilir. Ancak hepsinin bir ruhu var. Bu ruhla bakan, gören çokça da insan…

Ruhu olan fotoğraflarınız çok olsun. Görünenleriniz bol, gösterilenleriniz kararında, gördükleriniz birikmiş, göremedikleriniz az olsun!

 

Etiketler: sanat, fotoğraf

Yazdır