Makale

Ateş Hattında Foto Muhabiri Olmak

Foto muhabirliğini fotoğrafçılıktan ayıran en önemli özellik, bana göre, aksiyonun doruklarında bile motivasyonunu kaybetmeden haberin peşinde koşmaktır. Rıza Özel de ülkemizin, unvanını hakkıyla taşıyan foto muhabirlerinden biri… Aynı zamanda Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin başkanı. Onun en son Azerbaycan – Ermenistan ateş hattında çektiği acı ve hüzün dolu fotoğrafları aklımıza kazındı. Karabağ’dan henüz dönen Özel, ayağının tozuyla GezginFoto’nun sorularını yanıtladı.

Foto muhabirliğine ne zaman ve nasıl başladınız? 

Mesleğe başlama hikâyem biraz erken başlıyor. Ortaokul yıllarında sömestr tatillerinde Antalya’daki Yeni İleri Gazetesi’ne gidip gelirdim. Küçük ayak işleri falan... Henüz lise son sınıf biterken Hürriyet Gazetesi’nin kapısından içeri girdim, 17 yaşındaydım. Üniversite sınavını kazandığımda da okul yıllarımda da Hürriyet’te çalıştım. Hürriyet Antalya Bürosu’nda spor muhabiri olarak başladım. Spor şefim Mustafa Yiğit ve temsilcimiz Dursun Gündoğdu başta olmak üzere orada herkesten çok ama çok şey öğrendim. Sonrasında çok kısa süre Sabah, Anadolu Ajansı ve 2012 yılında tekrar Hürriyet’e dönüş... Çok kısaca anlattım ama bu kısacanın içerisinde 27 yıl var, dopdolu 27 yıl!

Henüz Azerbaycan savaş hattından Döndünüz. Oradaki atmosfer nasıldı?

Savaş… Nasıl olabilir ki! İnsanın öldüğü bir şey iyi olabilir mi? Ortada bir işgal var. BM kararları ortada, uluslararası sözleşmeler, anlaşmalar ortada. Ve Azerbaycan bu işgali sonlandırmak istiyor haklı olarak. Ermenistan ise işgal ettiği toprakları terk etmek istemiyor, geri çekilse bile bunu kan dökerek yapıyor. Sonuçta savaş… İzlemek, okumak zor, içinde yaşamaksa çok daha zor... Her anlamda zor.

Savaş hattında çalışmanın zorlukları neler? 

Adı üzerinde, savaş! Tecrübe böyle zorlu ortamlarda farkınızı ortaya koyduğu gibi, tecrübesizlikle de ölümle burun buruna gelebilirsiniz. Anlatması çok zor, evdekilere veya yakınlarınıza bir şey hissettirmemeye çalışırsınız. Telefonla her konuştuğunuzda “Burada hiçbir şey yok. Merak etme, bomba gibiyim” dersiniz. Bunu derken bile sağınıza solunuza füze düşüyordur. Savaş, çatışma, deprem… Bu tür bölgeler gerçekten zorlu çalışma ortamları. Yani her yönü ile zor. İstihbarat alamazsınız, kaynaklarınızı yönetebilmeniz gerekir, nerede duracağınızı, nereye gideceğinizi iyi hesaplamalısınız. İşin içinde hayatınız var, ne çekeceğinizi hatta ne çekmeyeceğinizi bilmek zorundasınız, gösterdiğiniz durum ve bulunduğunuz ortam farklı, bilgileri alırken bir magazin haberinde rahat olabilirsiniz, burada olamazsınız.

İşin ekonomi boyutu ise bambaşka. Lübnan’da savaş sırasında bir tabak patates ve bir tabak humusa 70 dolar ödediğimi biliyorum. Bir depo benzini 2 dolara doldurduğunuz Irak’ta savaşta gün geldi bir bidon benzine 50 dolar ödedik. Ama bildiğim bir şey var, bu tür bölgelere giden gazetecilerin yüzde 70’i bir daha böyle noktalara gitmiyor, gitmek istemiyor. Zaten bu tür bölgelere, öncelikle gitmek isteyenler gönderilir. Ama bu tür ortamlarda çalışanlarda da adrenalin mi etkili bilemiyorum. Bu tür yerde çalışanların az bir kısmı ise tekrar tekrar böyle zorlu ortamlarda görev yapmaktan çekinmiyor, hatta gönüllü oluyor. Ben ikinci bölümdeyim. Çünkü bu tür savaş, çatışma, deprem, sel vs. çektiğim fotoğrafların tarihi değeri olduğuna inanıyorum. Sonuçta 10, 20 yıl sonra buradaki bir kare, örneğin Ankara’da çektiğim sıradan siyasi bir programdan daha değerli olacaktır.

                   

        

Hep sorulan soru: Bir canı kurtarmak mı, haber yapmak mı öncelikli olmalı?

İşimi yaparken eğer ben gözümü vizöre dayamışsam çok ama çok sakin çalışırım, ışığı ayarlarım, örtücü hızını, vizörden gözümü kaldırmam. Önümde ne yaşandığının önemi yok. Olayları başka bir boyuttan izler gibi, orada olmadığımı düşünerek soğukkanlı bir şekilde fotoğraf çekerim. Ne gözyaşı ne mide bulantısı! Benim kendimi motive etme şeklim bu. İşimi bitirdikten sonra, hatta fotoğrafa bakarken yaşarım o duyguyu. İşimi yaparken belki acımasız gelebilir ama duygularımı kaldırıp atıyorum, eziyorum herhalde. Zaten çoğu foto muhabiri ve gazeteci buralarda çalışırken değil, sonrasında yaşıyor depresyonu.

Gelelim en sık sorulan sorunun yanıtına… Bakın ben öyle yerlerde görev yaptım ki… Örneğin Konya’da Zümrüt Apartmanı çöktü. Bize “Neden yardım etmiyorsunuz, fotoğraf çekiyorsunuz” diye bağıran adamı kibarca, “Orada ne kadar insan varsa aşağı o kadar yük biniyor, bak hem bağırıyorsun enkazda ses dinliyorlar” diye uyardım. Aynı uyarıyı 10 dakika geçmeden oradaki görevliler yaptı. Tabii vatandaş duygusallıkla yardım etmek istiyor veya yardım edildiğini görmek istiyor. Ama Marmara Depremi’nden İran Bam Depremi’ne kaç deprem, kaç yıkık bina, kaç cenaze gördüm. Bir günde İran’da 3 bin kişi defnedildi gözümün önünde. Orada yardım eden bir görevli varsa benim işim yardım etmek değil. Zaten doğru da değil. O başka bir profesyonel iş bilenin yapması gereken... Yardım edeceğim derken daha büyük bir hata yapabilirsiniz. Enkaz altından bir kişiyi kafanıza göre hop çıkaramazsınız örneğin. Profesyonel ekipler müdahale ederken bile can kayıpları yaşanabiliyor.

Fotoğraf mı çekersiniz, yardım mı edersiniz kısmını çok net bir yaşanmışlıkla anlatayım.

Ama ya eğer kimse yoksa bizden başka? İşte o zaman işler değişiyor. Lübnan Savaşı sırasında İsrail’in vurduğu bir binadan mavi emzikli bir bebek çıktı. Benim çektiğim fotoğraflar (Anadolu Ajansı’nda çalışıyordum o dönem), ajansın ortaklıkları sayesinde Çin’den ABD’ye, Avusturya’dan Avusturalya’ya dünyanın her yerinde yayınlandı. Bu fotoğraf üzerine İsrail hava saldırılarına sivillerin bölgeyi boşaltması için iki gün ara verdi. Biz o verilen arada Lübnan’ın İsrail sınırının hemen yanındaki Aytarun Kasabası’na gittik. Ama ne BM ne Kızılhaç ne Kızılay hiç ama hiç kimse yoktu bizden başka. İnsanlar ahırlardan, yer altında sığınaklardan çıktılar. Orada toplam 10 kare fotoğraf çekmemişimdir, en az 10 gazeteci vardı, kimse de çekmedi. Sırtladığımız gibi insanları arabalara, hatta arabalarımıza taşıdık ve bir an önce oradaki cephe hattı dışına götürdük. Kısaca, evet, son derece duygusuz gelebilir yaptığımız iş ama eğer iş insan hayatıysa ve bizden başka kimse yoksa önceliğimiz elbette insan!

 

Unutamadığınız bir “zor an” hikâyeniz var mı?

Çok var. Kolay değil, örneğin İran Bam Depremi’nde 16 gün sadece peynir ekmek yedim. Bir iki kez yalnızca konserve ton balığı. Yoktu çünkü çadırda kaldım. Su bulmak bile zordu. Somali çalıştığım en zor yerdi. Kaldığım otelin duşundan akan su bildiğiniz kıpkırmızı pastı. Otelden ayrılıp Diyanet Vakfı’nın evine yerleştik, sağ olsunlar kapılarını açtılar bize. Buralarda çalışmak kolay değil elbette ama işin sonunda ürettiğiniz fotoğrafa bakınca sıradan olmaktan uzak ki bu tatmin belki bizi bu mesleğe bağlayan… Ya da spor organizasyonları… Örneğin Erzurum Kış Oyunları… Gittiğimiz yerde soğuktan fotoğraf makinesi çalışmıyor, sürekli batarya değiştiriyoruz. Veya Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu, İzmir’den Alanya’ya motor sırtında gittim, günler sonra bacaklarımın ağrısından yürüyemiyordum. ODTÜ’de olaylar sırasında polis plastik mermi ile vurdu, olduğum yerden fırlayınca göstericilerin attığı taşla yere yığıldım, sonrası hastane serüveni… Sonuçta fotoğraf çekiyorsanız olayların yakınında olmak zorundasınız. Soma’da üç plastik mermi yedim, boynumu bir hafta on gün çeviremedim. Basketbol maçı sırasında çarpan toptan kaşım yarıldı. Sabah’ta çalıştığım dönemde bürodan çıktım, o sıra polis adliye haberlerine bakıyordum, gelip bir güzel burnumu kırdılar. Bir keresinde gece görev yaptığım sırada, bir müteahhit birini vurdurmuştu, fotoğrafını çektim diye adamları hem makinemi hem parmağımı kırdı. Bir görev sırasında burkulan ayak bileğim yüzünden ameliyat oldum, üç ay yürüyemedim. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Çok var daha sayabilirim… Neden gazetecilere yıpranma hakkı verildiğinin veya neden gazetecilerin yıpranma hakkı talep ettiğinin en doğru örnekleri herhalde.

Ama iş ne kadar zorsa ürün de o kadar farklı ve değerli. Ya da şimdi bana öyle geliyor ne bileyim. Ama anlatmak da zor neden insan kendine bile bile bunu yapıyor. Kendi aramızda konuşuyoruz bazen, hatta bir ara Karabağ’da günün konusu buydu. Çıkan sonuç: “İş işte!”                   

                            

Size göre foto muhabirlikte en keyifli çalışma alanı neresi?

 En keyifsiz olanı söylüyorum: Siyasi programlar. Örneğin meclis çalışmaları. Hiç değişmez, 50 yıl önce neyse bugün de aşağı yukarı aynıdır fotoğraflar. İddia ediyorum. Arşivlerden açıkça görüntüleyebilirsiniz, Adnan Menderes’in, Bülent Ecevit’in, Turgut Özal’ın, Süleyman Demirel’in, Necmettin Erbakan’ın mecliste konuşmasına bakın, bugün Cumhurbaşkanı veya herhangi bir parti liderine bakın fotoğraflar arasında hiçbir fark göremezsiniz. Zaten doğru olanı da bu. Orada devlet protokolü var. Bunların değişmemesi, ülkenin köklü protokol ve geleneğinin yansıması, işin aslına bakarsanız uygulama son derece doğru. Ama ben bir foto muhabiri olarak söylüyorum. Benim için aynı fotoğrafları çekmek sıkıcı. Ama parantez açayım. Bu benim için geçerli. Orada çalışmayı seven ve orada olmaktan keyif alan da çok meslek büyüğüm, ağabeyim var. 40 yıldır, 50 yıldır aynı yerde görev yapan var. Bu tamamen tercihlerle ilgili. Ben tercih etmiyorum.

Çoğu kişinin tercih etmediği zorlu alanlar benim sevdiğim işler. Savaşlar, depremler, çatışmalar, spor organizasyonları…

       

                         

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’ne ne zamandan beri başkanlık yapıyorsunuz?

2009 yılında Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’ne seçilen 5. başkan oldum. Bizim derneğimizde başkanlık bir bayrak yarışı. Herkes bayrağı bir sonraki görev yapacak ekibe en iyi şekilde taşımaya çalışıyor. Gönüllülük üzerine bir sistem. Tüm yönetim kurulumuz hatta derneğin tüm üyeleri sahip çıkıyor Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’ne… Ben sadece temsili olarak bir koltuk kaplıyorum. Aslına bakarsanız her üyemiz başkan yetkisinde bizim için. Diğer derneklerde veya meslek örgütlerinde kolay kolay göremeyeceğiniz bir dayanışma var yani.

Derneğin faaliyetlerinden bahseder misiniz?

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği, 1984 yılında kuruldu. İsmin başında “Türkiye” ifadesini taşıyan 5 basın meslek örgütünden biri, bakanlar kurulu kararı ile “Kamu yararına çalışan dernekler” statüsünde ve bu statüye sahip yalnızca 6 basın meslek örgütü var. Dolayısıyla meslekte söz sahibi ve önde bir dernek.

Mesleki çalışmalarımız, kamu yararı ifadesini hak edecek etkinliklerimiz, Türkiye ifadesini hak edecek organizasyonlarımız var. Çok ama çok emek harcıyoruz. Yılda ortalama 12 üniversiteye gidiyoruz, sergi ve usta söyleşileri için... Yurt dışından her yıl dünyanın önemli isimlerini Türkiye’ye getiriyoruz. Çırağan Sarayı’nda da Taksim Metrosu’nda da Esenboğa Havalimanı’nda da herhangi bir AVM’de de sergilerimize rastlayabilirsiniz. Yılda 40 sergi açtığımız oluyor. Geçtiğimiz yıl Moskova ve Hollanda’da “Türkiye Güzellikleri” sergilerini açtık. Mültecilik konusunda da çevre konusunda da ayrı ayrı farkındalık çalışmalarımız var ki bu alanda çok etkiniz. Lise ve üniversiteliler için ayrı ayrı destek ve eğitim programlarımız var. Geçtiğimiz yıl dezavantajlı 40 çocuğa fotoğraf makinesi dağıtıp eğitim verdik örneğin. Buna benzer birçok görünür çalışmamız var.

Ama derneğin asıl yaptıkları, görünmeyen ve göz önünde olmayan çalışmaları. Bir meslektaşımız biliyor ki başı sıkışınca ilk arayacağı kurum Türkiye Foto Muhabirleri Derneği. Örneğin Demirören Fotoğraf Direktörü Bünyamin Aygün’ün Suriye’de kaçırılmasının ardından çok ciddi bir diplomasi yürüttük. Haberlere uzun süre yansımamasını sağladığımız gibi, aynı anda 5 farklı kentte aynı saatte aynı metinle açıklama yaparak çok zor bir iş başardık. Anlatmak istemiyorum fazla ama cenazede de varız, başı sıkışan gözaltına alınan gazetecinin yanında da varız. Gazetecilerin yıpranma hakkı için en çok çalışan 2-3 meslek örgütünden biriyiz. Her sivil toplum örgütünün çabası var burada ama çok az STK böylesine organize bir şekilde etki yaratabiliyor. Açıkçası mesleki lobi faaliyetleri konusunda reklamını yapmadığımız işlerde çok etkiniz ki bu alanda çok fazla konuşmayı hem doğru bulmuyorum hem de çözüm noktasında etkiyi azalttığına inanıyorum. Doğru olan, doğru zamanda doğru kişiyle konuşmak. Yoksa bakıyorsunuz iş yapmadan bizden fazla reklam yapan çok var sosyal medyada.

Kısaca çok farklı alanlarda çok etkin çalışmaları var derneğin.

Fotoğraf çeken herkes TFMD’ye üye olabilir mi? Üye olmak için hangi koşullar sağlanmalı?

 Derneklerin anayasaları kendilerini bağlayan tüzükleridir. Bizim tüzüğümüzde de üyelik koşulları belli. Yalnızca basın fotoğrafçılarını üye olarak alabiliyoruz. Basın kartı veya basın kartı alma şartlarını taşımalı. Ya da freelance yani serbest fotoğrafçı olarak eserleri uluslararası, ulusal veya yerel basın kuruluşlarınca yayınlanmalı.

Bir fotoğrafçının veya foto muhabirin olmazsa olmazları neler? Kendilerini geliştirmek için nasıl bir yol izlemeliler?  

 Öncelikle fotoğraf bakmalı. Çok fotoğraf bakmalı. Fotoğraf dağarcığı sağlam olmalı. Okumalı, izlemeli, gündemi takip etmeli. Cahil adamdan iyi foto muhabiri olmaz, olamaz. Olmaz derken yok mu var elbette ama adı fotoğrafçı ya da foto muhabiri, ismini kimse bilmez, “iyi” başka bir şey.

İyi bir fotoğrafçının estetik kaygısı olmalı. Ama estetik kaygısı, çektiği işin önüne geçmemeli. Kafasında yerleşik bir geometrik anlayışla yaşamalı mesela. Ne yaptığını ne çektiğini bilmeli fotoğrafçı. Bakıyorum, almış programa makineyi, hızı da son sürat, saniyede 14-16 kare basıyor. Eh maşallah. Ne çektiğinden haberi yok ki! Olmaz. O adamdan fotoğrafçı da foto muhabiri de olmaz. En önemlisi iyi foto muhabiri fotoğrafı seçendir. Çekiyor fotoğrafı, bir iş soruyorsun 50 kare fotoğraf gönderiyor. Çekerken haberi yok ki seçerken olsun. Yapılmaması gerekeni söylüyorum, yanlış anlaşılmasın. Kendi adıma söyleyeyim, benim makinemde “Program” yok, “Bulb” yok, bazı fonksiyonlar yok, kullandığım teknoloji buna izin veriyor, ben de sildim. Ayak bağı benim için. Örneğin Karabağ’da en cafcaflı anlarda bile makinemi seriye almadım. Deklanşörüme hep tek tek bastım.

Fotoğraf öğrenilebilir bir iş. Tekniği bilmek şart. Benim şansım negatif, dia döneminde başlamam... Hatta karanlık oda bilmem... Bunları bilince işin tekniğini daha doğru oturtabiliyorsunuz kafanızda. Hatta Marmara depreminde görev yaparken Nikon F3 makinem vardı. Makinemi pozometrenin olduğu kısmın üzerine çarptım ve pozometre bozuldu. İki yıl ışığı kafadan okudum. Düşünün filme çekiyorsunuz, hata şansı yok. Ama açık söylüyorum bizim işimizde bir grup var ki içgüdüleri ile fotoğraf çekiyor. Ne kadar öğrenirseniz öğrenin, öyle adamlar var ki makineyi eline alır almaz belli oluyor. İşte bu yetenek. Ama içgüdülerinize kendinizi teslim etmek için önce tekniği bileceksiniz.

Türkiye’de fotoğrafçılığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sektörün gelişmesi için neler yapılmalı?

Bence Türkiye’de, fotoğrafçılar için söyleyemem ama foto muhabirleri çalıştıkları kurumların kesinlikle önünde iş üretiyorlar. Dünyadaki foto muhabirliği sektörünün de yakından takip ettiği isimler var. Çok ama çok iyiler var. Ama başka bir ülkede olsa isimlerini herkes bilir, marka olurlar. Maalesef Türkiye’de Pulitzer alan Murad Sezer’i, World Press Photo of the Year alan Mustafa Bozdemir’i, Burhan Özbilici’yi, World Press Photo’da ödül alan Emin Özmen’i, Bülent Kılıç’ı, Elif Öztürk’ü, Ümit Turpçu’yu, Time’a kapak olan Ümit Bektaş’ı kaç kişi biliyor! Bu isimleri dünya tanıyor. Oysa Türkiye’de bacak çeken, göğüs çeken, model çeken ya da sanat yapıyorum ayağına photoshopu dayayıp saçma sapan iş yapan daha çok tanınıyor. Bir laf var: “İşi yapan yapar, yapamayan anlatır.” Maalesef Türkiye’de fotoğraf piyasası yapan değil, yapamayıp anlatanların eline geçmiş durumda.

Bakıyorum örneğin bir etkinlikte Mustafa Seven var. Instagram’da yeri var ama durduk yere olmuş değil ki! Foto muhabirliğinden geliyor. Ürettiği işler ortada. Mustafa Seven dediğiniz adam “içgüdüleri ile fotoğraf çeker” dediğim az sayıdaki ustadan biri. Yıllardır tanırım, yüz yüze gelmeden isimlerimizi biliyorduk. Mustafa sen misin? Rıza sen misin? Coşkun Aral dediğim ustayı zaten anlatmam yersiz. Ama bir bakıyorsunuz fotoğrafla ilgili söyleşi yapılıyor.  2-3 yıl önce fotoğraf çekmeye başlamış, ürettiği bütün işleri kurgu, photoshop olan biri daha aynı etkinlikte. Bakıyorsunuz havası Mustafa’dan da Coşkun Abi’den de fazla. O kare içerisinde ne işi var? Ama Türkiye’de böyle. Bizler işleri ortada insanlarız ama maalesef fotoğraf dünyasında işi yapanlardan çok olmadan oldum diye gezenler daha çok Türkiye’de. Üzücü tarafı ise değer görmeleri.

  

Her yıl gerçekleşen Yılın Basın Fotoğrafları Yarışması’na katılmak için bir basın kuruluşunda muhabir olarak çalışmak gerekiyor mu? Yarışmadan kısaca bahseder misiniz? Her yıl ne kadar katılım oluyor, genelde nasıl fotoğraflar ödül alıyor, fotoğrafın hangi mesajı vermesi bekleniyor?

 Yılın Basın Fotoğrafları yarışması 1985 yılından bu yana aralıksız düzenleniyor. Bu haliyle Türkiye’de düzenlenen en eski fotoğraf organizasyonu. Ve medyanın en prestijli ödülleri arasında yer alıyor. Prestiji, organizasyonun köklü oluşu kadar uluslararası standartlarda jüri organizasyonu ile ödüllerin belirlenmesinde. 1988 yılından beri bu yarışmanın kataloğu basılıyor ki artık koleksiyon değeri taşıyor. Yurt dışında gönderdiğimiz önemli kütüphaneler var.

Ortalama her yıl 5 bin karenin üzerinde fotoğraf değerlendiriliyor. Son 6 yıldır yarışmanın jürisini Antalya’da misafir ediyoruz. Ülke tanıtımı adına da bunun önemli olduğunu düşünüyoruz.

Daha önce yalnızca basın çalışanları katılıyordu. Ama iki yıldır yarışmada farklı bir ödül veriyoruz. Üniversite öğrencileri arasında verdiğimiz Ara Güler Özendirme Ödülü ile yalnızca lise ve üniversite öğrencilerinin katıldığı ayrı bir kategorimiz var.

İlk kez sizin derginiz aracılığı ile duyurmuş olayım. Bu yıl ise ilk kez bir kategoriyi tüm fotoğrafçılara açıyoruz. “Türkiye Güzellikleri” ayrı bir yarışma gibi organizasyona dâhil oluyor. Uluslararası sergilerde kullanılacak eserlerin seçileceği bir yarışma olacak. Bu kategoriyi zaten 5 yıldır yapıyorduk. Bu yıl genel katılıma açıyoruz.

Yarışma konusunda çok ama çok ciddi bir çalışma yürütüyoruz. Piyasada birçok ödül dağıtılıyor, kimin seçtiği belli değil. Ama açıkça seçimler ve organizasyon konusunda bizim kadar özenli çalışma yürüten basın meslek örgütü neredeyse yok. Jürili ve uluslararası standartlarda ödül verilen yarışma Türkiye’de ne yazık ki yok. Son 6 yılda dünyada önemli 40’a yakın ismi jürimizde konuk ettik. News Week’in, Time’ın, Paris Match’ın, Reuters’in, AP’nin, ANP’nin, AFP’nin, Magnum’un, Geo’nun, Rusian Reporter’ın editörlerini, fotoğrafçılarını ağırladık jüride. Üzücü olan, medyatik ve yalnızca özel sebeplerle organize edilen ciddiyetsiz törenlerin, hak ettiğinden fazla değer görmesi…

Etiketler: kültür, fotoğraf, ileri fotoğrafçılık

Yazdır